2 Temmuz 2010 Cuma


gidiyorum yaylaya - fatma babuşcu





“Gidiyorum yaylaya; ıslık çalarak ve ağlayarak!”
“Uçuruma Yürüyen Kadınlar” adlı belgeselin gösterimi sırasındaydı.
(Aslında belgeselin diğer adı İfakat.
Fakat ben daha çok benimsediğim için, bu ikinci adını kullanmayı tercih ediyorum.)
Belgeselin hemen ilk karesine serpiştirilen bu cümle dikkatimi çekmişti.
Daha doğrusu, okur okumaz itiraz uyandırdı bende.
Çünkü insanımızın, kadınlarımızın doğasına; bir yere, oluşuma,
olguya dair duygu yoğunluğuna aykırı geldi.
Sırf bu cümle yüzünden, salonun ön sıralarında yalnız oturan belgeselin yönetmeni
Orhan Tekelioğlu’nun yanına gitmiş, onunla sohbet etme gereği duymuştum.
Adından da anlaşılacağı gibi, Doğu Karadeniz’in köylerindeki kadınların
yaşantısını ele alıyor belgesel.
Onların, her mevsimde geceli gündüzlü sırtlandıkları işleri,
doğayla olan zorlu mücadelelerini gün yüzüne çıkartmayı amaçlıyor.
Bölgemiz kadınlarına dair zorlukların, ezilmişliğin katı bir duyarsızlıkla sisler arasında bırakılmayıp açığa çıkartılması açısından yapılan önemli çalışmalardan biriydi tabii ki.
Bu bakımdan, bu genç yönetmenin güzel, olumlu niyetini kutlamak gerek.
Ne var ki belgeselin başlangıç cümlesinde geçen “ağlayarak”
sözcüğünü fazlalık ya da yersiz buldum.
Yöremiz kadınıyla yeterince empati kurulmadığını, onlara dair bir duygusal gerçekliği yansıtmadığını düşündürttü bana içten içe.
Köylerdeki kadınlarımız, hemen her mevsim, köy yaşamına ait bin bir işin üstesinden gelmeye çalışıyorlar. Her gün artan bir yoğunlukla iş yapıyorlar.
Denilebilir ki hayatlarındaki her şey, sadece iş üzerine kurulu.
Bahçede, tarlada, dağda, bayırda karıncalar misali daima oradan oraya koşuştururlar. Sırtlandıkları sepet dolusu, ip dolusu yüklerle en tehlikeli yerlerde bile dolaşıp yol almaya çalışırlar.
Dağdan, bayırdan, patika yollardan, dallarını budayıp odun temin etmek
amacıyla tırmandıkları ağaçlardan her zaman yaşama değil; bir çeşit uçuruma,
ölüme de yürürler.
İçinde bulundukları şartları, ne yazık ki bazan oraya doğru da sürükler onları.
Bölgemizde bu şekilde hayatını kaybeden nice kadın olmuştur.
Ben yakın çevremden, köyümden de çok iyi biliyorum...
Kadınlarımızın yaptıkları işler, sadece bağ bahçe işleriyle sınırlı değil.
Onlar sadece doğayla savaşmıyorlar. Çocuklar, evin yaşlı bireyleri, kocalar, besledikleri evcil hayvanlar da onların eline bakar. Kıs
acası, muhtaç durumda olan ya da olmayan herkes, her canlı.
Hepsi üst üste gelince, ne yorucu, insanı canından bezdirici bir iş yoğunluğudur, değil mi?
Fakat kadınların, bütün o işleri sızlanarak yaptıkları söylenemez.
Hele de yayla yoluna ağlayarak vurduklarına hiç tanık olmadım ben.
Kimseden de duymadım böyle bir şey.
Olsa olsa; fıkra tadında şeyler anlatarak, maniler söyleyerek, artık
hayatta olmayan ya da gurbetteki yakınına ağıtlar yakarak tüketirler yayla yolunu.
Kadın olarak karşılarına çıkan bütün o zorlukları, böyle böyle hafifletirler.
Çok iyi biliyorum; şevkle ve sevgiyle yapıyorlar, ne yapıyorlarsa.
Aşırı benimseyerek.
Hayatın, onlar için biçtiği rollerin çarpıklığından yeterince haberli değiller. İ
ş bölümü konusunda erkeklere oranla çok şanssız olduklarından da.
O küçücük yeri, dünyanın merkezi olarak bellemişler zaten.
Bir başına göğüsledikleri bütün o işleri de yaşamlarının başlıca amacı ya da anlamı.
Bir zaman oturmak, tembelleşmek demek, boşa geçen zaman,
hatta boşa geçen ömür demektir onlar için.
Hele de yayla demek; heyecan, coşku demektir...
Güneş demek, tanıdık ve de dost sisler arasında kalıp pozitif bir
yalnızlığı kuşanmak demek.
Sıcak bir mevsimi serinleten soğuk su, buz gibi ayran demek…
Yüreğin, her şeye rağmen taze taze atması demek.
Kadınlarımız, köy yaşantısının gereği olarak yaylaya çıkarlar,
biraz olsun ferahlamak için de.
Derdini, sıkıntısını, olanca yorgunluğunu serin çam ağaçlarının gölgesine bırakmak için.
Köyün bin bir işinden sıyrılıp nasırlı elini, ayağını bir parça da olsa dinlendirmek için.
Yayla demek; onlar için varılan en son nokta, az biraz özgürlük demek.